Bugün hemen herkesin dilinde bir eskiye özlem var. “Ah, nerede o eski günler” diyoruz sık sık. Kimimiz çocukluğunu, kimimiz mahalle ilişkilerini, kimimiz sofradaki sadeliği, kardeşlerin samimiyeti hatırlıyor ama en çok özlediğimiz aslında anne ve babalarımız olmakta. Şimdi tekrar soralım; geçmiş gerçekten bu kadar güzel miydi? Yoksa biz zor zamanları unuttuk da sadece ruhumuzu ısıtan anıları mı taşıyoruz içimizde, ruhumuzda?
Eskiye dair hatırladıklarımızın çoğu, hayatın ne kadar sade ama anlamlı olduğuyla ilgili. Oysa geçmiş sadece güzelliklerden ibaret değildi. Çocukluğumun geçtiği 70’li yıllara döndüğümüzde, hayatın ne kadar zor ama bir o kadar da insanı insan yapan yanları olduğunu görüyoruz.
Kış ayları özellikle zordu. Köyde ısınmak, yemek yapmak, su bulmak çaba isterdi. Sobayı tezekle yakar, zıbıl dediğimiz koyun gübresiyle ateşi harlardık . Sıcak su, elektrik, televizyon, çamaşır makinesi gibi şeyler hayal bile edilmezdi. Çünkü elektriğin kendisi yoktu. Bir kişinin aynı ayakkabı, aynı çorap ve aynı pantolonla seneyi geçirdiği zamanlardı. Kumaş yırtıldığında yama yapılır, o yama yırtıldığında başka kumaşla üstü kapatılırdı. Ama kimse bu eksikliklerden şikâyet etmezdi, çünkü herkes aynı gemideydi.
Yiyecekler basitti ama birmezdi. Hele; un, yağ, çökelek, bulgur varsa bir evde, kimse aç kalmazdı. Dükkanlara sadece çay, şeker, soğan gibi temel şeyler için gidilirdi. Elma, portakal gibi meyveler lükstü. Kolay kolay alınmazdı ya da misafir geldiğinde alınırdı. Elektrik olmayan evlerde, 15 numara gaz lambasının ışığıyla ders çalışılırdı. Lambanın aydınlattığı yer belliydi, odanın diğer köşesi karanlıkta kalırdı.
Kadınlar o yıllarda durmadan çalışırdı. Kışın tandırda ekmek yapar, halı dokur, dikiş nakış yaparlardı. Çamaşırlar elle yıkanır, soba ya da tandırda kurutulurdu. Her şey el emeğiyle yapılırdı. Soğukta, kardan buzdan donan çeşmeden su taşımak kadının günlük rutiniydi. Ama tüm bu zorluklar içinde aile olmanın, paylaşmanın ve birlikte mücadele etmenin sıcaklığı vardı.
Çocuklar erken yaşta sorumluluk alırdı. 8 yaşında kuzu otlatır, 13 yaşında harmanda çalışırlardı. Yaz tatilleri dinlenmek için değil, çalışmak içindi. Ama o yorgunluğun içinde neşe, doğaya karışmış bir özgürlük vardı. Sabah yürüyerek okula gitmek bile maceraydı. En az 3-4 km yolu kar, çamur demeden yürür, bazen ayakkabılar elimizde okula varırdık.
Elbette hastalıklar da vardı, imkânsızlıklar da. Doktor yoktu, eczane yoktu. Diş çektirmek gerektiğinde camii hocasına, enjeksiyon gerektiğinde askerlikte sıhhiyecilik yapmış birine başvurulurdu. Ama ne olursa olsun, herkes birbirine el uzatır, kimseyi yalnız bırakmazdı. Bir tas çorbayı paylaşmak, bir hasta için gece kalkıp komşuya koşmak, en büyük insani değerdi.
Bugün çok şey değişti. Elektrik, internet, sıcak su, araba, marketler, telefonlar, her şey elimizin altında. Eskiden hayalini kurduğumuz ne varsa artık hayatımızda. Ama geçmişe duyduğumuz özlem hâlâ dinmedi. Çünkü biz yokluklara değil, o yokluklar içindeki varlığa hasretiz. Yani paylaşıma, güvene, dayanışmaya, samimiyete, dostluğa!
Bugün, cebimizde akıllı telefon var ama fiziki ziyaretler eksik. Arabamız var ama yolda yürürken komşuyla edilen kısa bir sohbetin yerini tutamıyor. Beş düğüne beş kıyafetle gitsek de, o zamanlar giydiğimiz tek elbise içinde hissettiğimiz sıcaklığı bulamıyoruz.
Eskiye dönmek mümkün değil, hatta dönmek de istemiyoruz. O zorlu hayatı bugünkü rahatlıkla karşılaştırmak haksızlık olur. Ama geçmişin o güzel yanlarını, bugünün imkanlarıyla birleştirmek mümkün. Samimiyeti teknolojiyle, dayanışmayı konforla harmanlayabilirsek, ne geçmişi unuturuz ne geleceği kaybederiz. Bunu Japonya pekala uygulayabiliyor.
Unutmayalım, bir 30 yıl sonra bugünkü günler de eski olacak. Belki o zaman da “nerede o 2020’lerin güzel insan ilişkileri” diyeceğiz. Bu yüzden geçmişi sadece hüzünle değil, alınacak derslerle hatırlamakta fayda var. Çünkü özlem, sadece bir hatırlama değil; aynı zamanda bir yeniden inşa etme arzusudur da.