NÛÇÊ DAWÎ

NÛÇERagihandinYAZARLAR

Kültür, Dağlar, Renkler ve Asimilasyon

Dersîmli, değerli ozan Ali Baran Almanya’da bir konser verir. Dinleyicileri arasında Alman bir kadın da vardır. Alman kadın, konser bittikten sonra kulise gidip Ali Baran’la konuşur. Konserden ve dinlediği şarkılardan memnuniyetini dile getirir ve şöyle der: “Söylediğiniz şarkıların dilini bilmiyorum. Şarkılarınızın sözlerinin tek kelimesini anlamadım. Ama şarkılarınız konser boyunca beni dağ başlarına götürdüler… Konser boyunca dağların başında gezdirdiler beni…”

80’li yılların ikinci yanısındaydı sanıyorum. Devlet, gelişen Kürt ulusal bilincini her yönüyle engellemeye çalışıyordu. Bu engellemelerden biri de Kürtlerin ulusal renkleri yeşil-kırmızı-sarının yan yana bulunmasıydı. Ama ne yazıkki bütün dünyada trafik lambaları Kürtlerin ulusal renklerindeydiler; yani yeşil, sarı ve kırmızı. Ne gam! Söz konusu vatan, millet ve de Kürt düşmanlığı olduğunda, devletin yüksek mevkilerindeki yöneticileri için bütün dünya bir teferruattı ve de vız gelir tırıs giderdi. Ve onlardan biri, Batman valisi, herkesten hızlı ve erken harekete geçerek trafik lambalarındaki yeşil rengi, mavi ile değiştirmeye başlamıştı. O sırada Diyarbakır’da olan Amerikalı bir gazeteciye bu durum anlatıldığında “Trafik lambalarına ne gerek var? Diyarbakır’da balkonlarda asılı elbiselerin rengine bakın, çarşafların, nevresimlerin renklerine bakın, orada da aynı renkleri görürsünüz” demişti. Orta Anadolu Kürtlerinde ser (serr!?) diye, günlük olarak kullanılmayan, daha doğrusu misafirler için ayrılmış yatakların üst üste dizilmesi olayı vardır. Bu çok değerli yatakların yüzünün ağırlıklı renklerinin bu renkler olduğunu hatırlıyorum.

Suriye Üniversitelerinden birinde resim eğitimi almış Rojavalı bir ressam anlatmıştı. Bir gün, üniversitenin çok büyük atölyelerinden birinde onlarca öğrenci beraber resim yaparlarken, Süryani bir hocalarının arkasında durup kendisini izlediğini fark eder. Dönüp baktığında, hoca “Kürt müsün” diye sorar. “Evet” der Rojavalı ressam. “Nereden anladınız hocam” dediğinde “tuvalindeki renklerden” der hoca.

***

Kürtlerin ülkesi görkemli dağların ülkesidir. Ararat, Hêlgûrd, Zaxros, Sipan, Cudî gibi.

Elbette, Kürt kültüründe ‘dağ’ yalnız bir coğrafi şekil değildir;

kimliğin, özgürlüğün, direncin, hafızanın ve kaderin sembolüdür.

Hz Nuh’un gemisi, demir atacağı yer olarak Kürtlerin dağlarını seçmişti. Yani yeni bir hayatın başlayacağı yerdi, Kürtlerin dağları.

Yaklaşık 2700 yıl önce Demirci Kawa, Dehaq zalimini devirdiğinde özgürlük ateşi dağlarda yakılmıştı. Daha o gün, yani daha ilk Newroz gününde Kürtlerin dağları direniş, özgürlük ve yeniden doğuşun sembolü olmuştu. Kürtler için yapılan “Kürtlerin dağlardan başka dostu yoktur” belirlemesi de aynı sembolü işaret eder.

Kürtlerin ülkesinde ekonomi koyun sürülerine dayanır ve hayat, sürülerin yazın yaylalara (zozan) yani dağların yüksekliklerindeki düzlüklere çıkarılması, kışın kışlaklara (ziving) indirilmesi gibi bir döngüye sahiptir. Ve hayatın döngüsü dengbêjlerin sesinde kendisini dışa vurur:“çiya bilind in te nabînim”, (dağlar yüksek seni göremiyorum) “çiyayê qelenîyê”, (Qelenî dağı) “çiyayê bilind warê me ye” (yüksek dağ bizim yurdumuzdur)

Kürt müziğinde en çok dile gelen imge çiyadir herhalde; ve de zozan, bêrî, bêrîvan

Türkiye’de ismi (ilk isim ya da ikinci isim) ‘çiya’ ve ‘çiya’dan türetilmiş, çiyager, çiyajin, çiyavan, çiyamed, çiyanur olan insan sayısı 879 iken, ismi ‘dağ’ ve ‘dağ’dan türtilmiş dağbey ve dağbeyi olan insan sayısı sadece 67’dir. (https://www.nisanyanadlar.com) Kürtçe’nin yıllardır yasal olarak yasak olduğu, pratikteki engellemerin bugün de halen devam ettiği düşünüldüğünde, normal şartlar altında, aradaki farkın daha da büyük olacağı tahmin edilebilir. Çiya ve dağ kelimelerinin isim olarak yaygınlıkları arasındaki fark, kültürler arası farklılıkları ve coğrafyanın kültüre etkilerini gösteren güzel bir örnektir.

Şimdi, Dersîmli güzel sesli bir ozanın, bireysel ve toplumsal olarak bu kadar içselleştirilmiş bir olgudan, Dersîm’in Mûnzur, Duzgîn Baba, Sîlbûs dağlarının esintilerinden, o dağlardaki bexçe Munzurî’, (Munzur’un nefesi) ‘sêwêr’ (dağ sarımsağı), ‘mendek/mendik’ (yabani menekşe), gula bêxwedî (yaban gülü) çiçeklerinin kokusundan, Mûnzur Irmağının çağıltısından süzülmüş stranlarının, o dağ ülkesinden 3500 km uzakta, o şarkıların sözlerini anlamasada bir insanı o dağlara götürmesi normal değil mi?

***

Yaklaşık 2700 yıl önce Demirci Kawa, arkasında kalabalık bir halk kitlesi ile Dehaq’ın sarayına yürüdüğünde bir elinde çekici, diğer elinde kendisine bayrak yaptığı demirci önlüğü vardır. Önlüğün üzerinde de yeşil-kırmızı-sarı (kesk û sor û zer) renkler bulunmaktadır. Saray basılır, Dehaq öldürülür, zulüm son bulur. O gündür bugündür kesk û sor û zer Dehaqların korkulu rüyası olmuştur ve Kürtlerin hayatının her hücresine sinmiştir. Hayatın her alanında, bazen bir ressamın tuvalinde, bazan bir balkonda asılmış elbiselerde, karşınıza çıkıverirler.

***

Kültürün bu kadar derinlikli bir kavram olduğu görülüp anlaşıldığında, asimilasyonun da ne kadar iddialı bir kavram ve politika olduğu anlaşılıyor. Öyle ya asimilasyon sadece bir dili yok etmek değildir. Aynı zamanda bir halkın, mesela en az 2700 yıldır ruhuna kazınmış renkleri ruhundan; şarkılarının nağmelerine işlenmiş dağları şarkılarından silip atmaktır.

Yani asimilasyon çok boyutlu, çok derinlikli ve uzun süren bir cinayettir aslında. Fiziki bir cinayetteki gibi kanlar içinde yerde yatan bir kurban yoktur. Ayakta, yürüyen, yiyen, içen, dolaşan, konuşan ve de çalışan bir kurbanlar kalabalığı vardır orta yerde.

Ruhunu kaybetmiş, balkonlarında kendi renginden elbiselerin asılı olmadığı, artık kendi stranlarının nağmeleriyle kendi dağlarına gidemeyen bir kurbanlar kalabalığı vardır orta yerde.

Kürtler ve özellikle de Orta Anadolu Kürtleri en az 100 yıldır böyle bir cinayetin kurbanı olmamak için direniyor ve bugün bu cinayete kurban olmamak için daha fazla imkan ve araca sahipler. Sadece daha fazla hareket daha fazla çalışma gerekiyor.